Gece ile gündüzün eşitlendiği bir İstanbul akşamındayım. Ruhumun huzursuz, bedenimin yorgun, vicdanımın paslı kelepçelerde inlediği, umutlarımın firari, sevinçlerimin ütopik, sevmelerimin, alınterimin, emeğimin arsızca çalındığı berbat, kokuşmuş, rezil bir zamanın kendince düzene direnen, direndikçe yaralanan bir adamım.
Hayata dair bana/bize bırakılan sosyal medya da zaman öldürmek ya; bende öyle yapıyorum bu akşam...
Derken, Okan Bayülgen'in bir sosyal medya mecrasında yaptığı videolu paylaşıma takılıp kalıyorum. Adını, işini, gücünü, makamını, mesleğini bilmediğim, daha önce hiç görmediğim, duymadığım 40'lı yaşlarda bir konuğu var karşısında. O konuk belkide son zamanlarda hiç duymadığım kadar özel cümleler kuruyor ve o konuştukça hayatı sorguluyorum.
''Babamın mesleği gereği, çocukluğum doğuda geçti. Sonra birgün oturduğumuz apartmana roketle saldırdılar. Ben 7 yaşımdaydım daha. Roketatarla saldırılınca ortalık patlaıd, kan kıyamet ve benim arkadaşımın babası şehit oldu. Kim yaptı bunu? Diye sorduğumda dediler ki ''PKK'lılar yaptı!'' Ben o andan itibaren PKK'lılardan nefret etmeye başladım. Şimdi pedegoklar neleri konuşuyor? Çocuğun yanında gaz çıkartmayın falan diyorlar. Efendim; bebeğin altını değitirirken yüzünüzü ekşitmeyin yoksa ileride özgüven sorunu yaşarlar.
Peki, siz yedi yaşında, sekiz yaşında bir çocuğa nefreti yüklerseniz o çocuk ne olur. Nasıl bir ruh haliyle büyür? Mesela ben o nefrete hükmedebiliyorum. Peki, o nefrete hükmedemeyen ne olur, nasıl birisi olur?''
Bunları söylerken her hareketinden samimiyet dökülüyordu. Mimiklerini cümlelerine katıp acı bir gerçeği anlatmanın ustasıydı belli lakin toplumun geneline yüklenen nefretle mücade ediyor olmanın o denli yorgunuydu.
''Her asker değil, kimseyi genellemiyorum. Her kolluk kuvveti değil ama bazı kolluk kuvvetleri bireyleri mesela. Bir kişi, iki kişidir belki. Gidiyor, evdeki sıkıntısını görevine yansıtıyor...''
Bakınız; oldukça sade, süslenmemiş cümleleriyle çok çarpıcı bir tespitte bulunuyor. Bir düşünelim ve hepimiz sadece son zamanlarda buna benzer nelere şahit olduk diye sorgulayalım mı?
Görev adı altında 3 harfli marketlerden kanunun gerektirdiği şekilde hesap soramayan, denetleyemeyen bazı zabıtaların bozuk psikolojilerini sokakta seyya satıcılar üzerinde şiddet, orantısız güç kullanımı olarak kullandıklarını görmedik mi?
El arabasına, üç beş kilo sebze meyvesine, satlısına, boya sandığına el konurken aynı zamanda fena şekilde dayak yediği için yüreklerimiz az mı sızladı?
Mesela ben Siverek'te bir polis uygulama noktasında gayet sakin bir şekilde kimliğimi uzatmış beklerken. kimliğimi alan polis memuru durduk yerde:
-Gözlerini kaçırma ulan, ben suçluyu gözlerinden tanırım! Diyerek bana hakaret etme hakkını kendinde bulmuştu. Sizce neden? bilmem ama bence o memur içinde büyüttüğü nefretin esiriydi veya bir önceki gece eşiyle kavga etmişti ve gücü eşine yetmediği için hıncını benden almaya kalkışıyordu.
Mesela Halil Özşavlı'nın iktidar partisi milletvekili olarak şahsıma yönelik düşmanca duygularının altında yatan da, bir annenin taziyesine saygısızlık yaptıracak kadar güç zehirlenmesi yaşamasının gerekçesi de aynıydı.
Milletvekili olana kadar yaşadığı eziklik psikolojisinin nefretiyle birleşip kötülüğe dönüşmesi yani. Öyle ya; tüm Şanlıurfa'nın şaşırdığı şekilde ve kendisinin bile beklemediği anda milletvekili olmak ona ağır gelmişti. İşte bu psikolojisine hükmedemeyince makamından güç alarak yargıya baskı yapıp hukuki olarak kabuledilemez bir suçu işlemekten imtine etmedi.
Neyse, biz dönelim o adamın tespitlerine:
''Evet, işte iki kişiden biri veya ikisi beraber doğuda bir yerde bir köye gidiyor. Adamın birisini dövmeye başlıyor. Yoktan yere... O çocuk babasını hiç yere döven askeri görünce ne yapıyor; başlıyor askerden nefret etmeye... Çocuk daha o yaşta nefreti öğreniyor. Sonra sen bugün siyasetçisin ve milliyetçisin ve başka değerlerin var... Ne olursa olsun. Çıkacaksın ve bekadan, vatandan, milletten, bayraktan bashedeceksin. Oysaki o babası dayak yiyen çocuğa bunlardan bashedemezsin. Daha doğrusu anlatamazsın.
Bugün HDP'li bazı guruplar gelip bana barıştan, karanfillerden, güllerden, kardeşlikten bahsetmek isterler ama bana bahsedemezler çünkü bende o nefreti arkadışımın babası şehit olduğunda zerk ettim çocuk yüreğime.
Sonra bugün mesela; bir milletvekili gözaltına alınıyor; o milletvekilinin yakın durduğu partinin yakın durduğu örgütten dolayı ben o milletvekilinden nefret ediyorum: Ama mesela o milletveikili çocuğunun gözleri önünde gözaltına alınırken o çocuk arabanın camına yaslanıp;
-Babacığım; korkma ben varım! Diyor. Aynı benim babam gözaltına alınırken benim babama dediğim gibi. Şu anda ben böyle düşündüğüm için o çocukta benden nefret ediyor. Belki bende bağlı olduğu örgüt yüzünden o çocuktan nefret ediyorum!
Bizim birbirimize çocukken öğretilmiş nefretlerimiz vardı ve bunu babası evinden alınmamış, oturduğu binaya roketle saldırılmamış, babasının asker dövmemiş adamlar kullandılar...
Benim nefretimi başkası kullandı siyaset yaptı makam kazandı. O çocuğun nefretini başkası kullandı ticaret yaptı para kazandı. Ben o çocukla düşmanım ama bizim yerimize başkaları evde sıcak koltuklarında keyif çatıyorlar. Benim nefretimi, o çocuğun nefretini nakite, makama, paraya, oya dönüştürüyorlar... İşte benim anlamlandıramadığım bu...''
1 35'LİK RAKININ NEFRETİ!
Makalelerimi okuyan, beni az çok tanıyanlar sık sık ''Öğretilmiş Akraba Düşmanlığı'' başlığı ve bu düşmanlığın paralelinde ortaya çıkan kan davaları, ölümlü, ağır yaralayıcı kavgalarla mücade ettiğimi bilirler. İşte bu güzel adam nefreti anlatırken aslında benim anlatmaya çalıştığım ve maalesef farkında olmadığımız o asıl sorunu anlatıyordu. ''Biz birbirimizden nefret ettikçe birileri bundan besleniyordu.
Bugün sabah saatlerinde şöyle bir twit attım:
-Ekrem Arpak kısa der ki; bize birbirimizden nefret etmemiz öğretildi ve bizler, birbirimizden nefret ettikçe; yüreklerimize nefret tohumunu ekenler oy biçtiler, makam biçtiler, rant biçtiler, para biçtiler.
Bizler nefretimizle karın doyururken, şiştikçe şişti nefret üretcileri. Doymak bilmediler, bilmeyecekler.
Belki küçük bir örnek olacak ama bunun somut bir vakasını geçen yıl bir yakınım ile yaşadım. 1 35'lik rakıyı bedava içmek için atmayacağı takla kalmayan bir başka yakınım, ekonomik durumu iyi olan ve bir süre birlikte yol aldığımız bir yakınımdan bedava rakı rakı ücreti koparmak için ağzımdan çıkmayan sözlerle kışkırtıcı, yalan, yanlış ifadeler ileterek yüreğine nefreti ekti!
Bunun farkına varamayan o yakınımın nefreti öylesine büyüdüki; çocuğuna bile sirayet etti. O çocuk içine düştüğü nefret sarmalında farkında olmadan bana attığı mesajları yargıya vermem halinde ağır hapis cezası alacağından bile habersizdi.
Yani, bir 35'lik rakıyı bedava içmek isteyenin iki yakını birbirine düşürdüğü nefret neredeyse bir felakete sebep oluyordu.
İki taraftan ben olanı nefret etmek yerine sakin olmayı tercih ettim. Belki sevgim bitmişti ama biten sevgimin yerinde asla nefret çiçeği büyümeyecekti.
NEDEN GÜLPINAR'I SEVMEMİ İSTEMEDİLER?
Mesela şimdi anlıyorum neden M.Kasım Gülpınar'ı sevmemin birilerini bu denli rahatsız edişini... Çünkü M.Kasım Gülpınar nefret üzerinden makam, para, oy devşirenlerin aksine topluma Alah dostu olmayı, vicdanı, merhameti, dürüstlüğü, vefayı ve vizyonu öğretendi ve bu öğretilerin hepsi nefret bahçesinin zenginlerinin düzenleri için birer tehditten ibaretti.
M.Kasım Gülpınar'ı sevmem değil, nefret etmem gerekiyordu ki memleketimde gazetecilik kimliği altında kalemşör, şantajcı olarak satın aldıkları birileri gibi ben de onların ellerinden aldığım, alacağım nefret tohumlarını fakir fukaranın, yetimin, öksüzün, yoksulun umut bahçelerine ekerek tüm umutlarını yok edecek; bunun karşılığında harçlık alıp evler, arabalar, ofisler alacaktım.
Aslında düzene baktığımda M. Kasım Gülpınar'dan nefret etmem için her şey hazırdı zira o, birileri gibi mevkidaşlarına, siyasilere, bürokratlara saldırmam için bana para vermiyordu!
Mahkeme salonlarında ceza almamam için yargıya baskı yapmıyordu!
Kızımı, eşimi işe koymak için torpil yapmıyordu!
Yani onu sevmenin bana tek yansıması vardı; dürüst, samimi, tertemiz bir insana inanmanın ağır bedelini ödemek.
Gülpınar, dörtbir tarafı nefret tohumlarından fışkıran ötekileştirme, kin, kavga, nepotizm, yolsuzluk, torpil bahçelerinin orta yerinde açan beyaz bir gül gibi duruyordu ve Ekrem Arpak o gülü sevdikçe nefret tohumları bir bir sararıp solmak zorundaydı.
BU 3 KADINI SEVMEMİ İSTEMEDİLER!
Mesela bu şehirde Siverek Belediye Başkanı Ayşe Çakmakı, hayatının çoğunda dimdik duruşu ve alınteri ile yürümüş C.Asuman Yazamcı'yı, porjeleri, cesareti ile siyaset denen engebeli, çetrefilli yolda yılmadan yürüyen Güler Kama İzol'a, ailelerine olan sevgim ve saygımdan da rahatsız oldular çünkü biz erkekler daha çocuk yaştaken kadını sevmekten nefret etmemiz öğretildi bizlere.
-Kadın dedin mi; bir tokat vuracaksın; oturtacaksın! dediler.
-Kadın dediğin kıracak dizlerini, evinde oturacak ve erkeğine köle olacak! dediler.
-Kadın dediğin çocuk doğuracak, ev işi yapacak, yemek pişirecek ve aile diye etrafına ötekileştirmenin, aşağılamanın, hakir görmenin çelikten sağlam demirleri ile ördüğümüz kafesinde mahkum olmalıydı.
-Kadın dediğin, arabamızdan, atımızdan, silahımızdan, sofrada aşımızdan sonra gelen, değersiz varlıklardan ibaretti.
Peki, Ekrem Arpak ne yaptı; M.Kasım Gülpınar'ın coğrafya için devrim niteliğindeki Ayşe Çakmak hamlesini sevdi, anlattı.
Güler Kama İzol'un yüzünü çağdaş yarınlara dönen vizyonel duruşundan övgüyle bahsetti.
C.Asuman Yazmacı'nın erkek egemen toplumda tek başına yükselişini takdir etti, yazdı çizdi.
Oysa ben bir erkektim ve kadınlardan nefret etmeliydim. Neden; çünkü o kadınların tırnağı olamayacak bazı erkek müsvetteleri ektikleri nefret baçelerinden daha fazla para, oy, makam, ihale, rant biçsinler diye...
Dostlarımı sevmemi istemediler mesela...
Doğruları yazmamı istemediler!
M.Cemil Beyaz'dan, Ali Gubat'tan ve onlar gibi temiz yüreklilerden nefret etmemi istediler.
Yetmedi, bitmedi nefretleri...
Zeynel Abidin Beyazgül'den, Mehmet Kaya'dan Mehmet Canpolat'tan, Mehmet Kuş, Metin Baydilli, Aslan Ali Bayık, Şrefe Albayrak, Suphi Aksoy'dan nefret etmemi istediler.
Bahattin Yıldız'ı, Haşim Şeyhanlıoğlun'u, Sadık Sade'yi, Nihat Kılıç'ı, Naif Bülbül'ü, M.korkut Polat'ı, Azad Birinci'yi, Mustafa Yavuz'u, Suphi Hatipoğlu, Mehmet Ömeroğlu, Şerafettin Turan'ı sevme dediler...
Necati Demirkol'u sevmem zaten tehlikeydi onlar için!
Bugün o adamı dinlerken bir kez daha anladım ki; bu ülkenin ama özellikle Şanlıurfa'nın tek büyük sorunu var:
Sevgisizlik ve yüreklerimize ekilen nefret tohumlarının esiri olmak ama ben kırıyorum o zincirleri...
Mesela Halil Özşavlı'dan mesela aileme, çocuklarıma hakaret eden o çocuktan, mesela beni 35'lik rakıya satan akrabamdan mesela haksız yere bana ceza verenlerden, vefasızlardan nefret etmeyeceğim.
Belki bir daha tekini bile sevmeyeceğim ama nefretin gözlerimi kör etmesine de, o körlükle kendi yaşadığım acılarla başkasının acı yaşaması için içi boşalmış adam olmama da müsaade etmeyeceğim.
İyi gitmiyoruz vesselam ve ne diyeyim; hepinize kucak dolusu sevgiler diliyorum.
LÜTFEN!
Birine ''Senden nefret ediyorum!'' demeden önce kendinize bir sorun: Gerçekten nefret ettiğiniz için mi yoksa size öyle öğretildiği için mi? Lütfen...
FACEBOOK YORUMLAR