Ülkenin en sıcak şehri Urfa'da olsa, sonbahar serinliği salınıyordu gecenin koynunda. Yarım oval balkonun demir parmaklıkları arasında seyrettiği ağacın yaprakları henüz dökülmemiş ama sarı, kırmızı, turuncu renkleriyle solduğunu anlatır gibi salınıyordu.
Balkonun bir köşesinde üst üste duran kırmızı, turuncu ve yeşil renkli eski plastik sandalyeler ağaç yaprakları gibi yorgun, solgundular.
Balkona bakan pencere pervazında duran camsil deterjan kutusuna ilişti gözleri. Deterjanı bitmiş, görevini tamamlamış ve çöpe atılması gerekirken şimdi balkondaki çiçek yapraklarını sulama emekçisiydi.
Balkon çiçekleri karşıdaki ağacın aksine kavurucu sıcaklardan sonra serinliğin tadını çıkarır gibi hala yeşil ve rengarenktiler.
Ofisin duvarında asılı duran televizyonun ekranından yansıyan renkler düşerken cama, uzun süredir hiçbir şey duymadan, anlamadan televizyon izlediğini fark etti. Fark ettiği tek şey, hayatın fark edemediği bir hızla akarken birilerinin fark ettirmeden kendisinden, şehrinden, fakir fukaradan, yoksuldan alıp götürdükleri miydi yoksa sonbahar yorgunluğu muydu fark etmeden düşüncelerini darmadağın eden?
Akşam karanlığı büsbütün çökerken Urfa’nın üzerine, sokakta hoyratça oynayan çocuk sesleri, bir düğün halayından yükselen zılgıtlar, sabırsız şoförlerin kulakları rahatsız eden klakson basışları, üst katta kavga eden karı kocanın çığlıkları, motor sesleri akortları bozuk sazlardan oluşan orkestra misali uyumsuz bir gürültüyle selamlıyordu gecenin gelişini.
Kaç zamandır oturduğu sandalyeden usul usul ayağa kalktı. Ayak bileklerinden dizlerine vuran sızılar arasında mutfağa ilerlerken, kaç gündür bedenine dadanan sızıların mı yoksa yüreğinin orta yerine çöken haksızlıkların mı canını daha çok acıttığını düşündü...
Her daim kararmış yüzünü ateşe vermeye hazır demliğe yeterli suyu koyup kaynamaya bıraktı. O an kocaman ofis/evde ateşin yakıcı sesinden hariç tek bir sesin olmadığını fark etti. Derin, ürkütücü, yorucu, ağır bir yalnızlığın volta attığı kaç gece böyle yalnız kalışının garip hüznü çöktü gözlerine. Usul usul çalışma masasının üzerinde duran aile fotoğrafına yöneldi, aldı, çocuklarını öptü. Tam o sırada karşı duvarda asılı duran Hore’nin (anne) fotoğrafı ilişti gözlerine. Sanki hiç ölmemiş kadar, sanki birazdan:
-Oğul hele şu dizlerimi ovar mısın? Diyecek kadar canlıydı... Ah o hayatın, derin yoksulluğun, çaresizliğin takatini azar azar çektiği emekçi dizler... Annesinin bakışları gözbebeklerine öyle işlemişti ki; içinden o bir türlü büyümeyen tatlıcı/ayakkabı boyacısı çocuk kanatlanıp oturdu yeşil koltuğa. Şimdi yalnızlık bitmiş, anne oğul geceye bel vermiş akşamın orta yerinde baş başaydılar...
-Oğul dedi Hore:
-Biliyorsun, pamuk ve çapa işi bitti. 4 aydır biriken kira ve bakkala yığınla borcumuz var. Bir abin asker diğeri yatılı okulda. Bu zemheri soğuklarda içime sığmıyor ama senin çalışman lazım. Dedi bir ayrılık türküsünü söyler gibi.
Koltukta öylece annesini dinleyen çocuk çok sevdiği bir şeyi kaybetmekten korkar gibi:
-Anne çalışayım da okul ne olacak? Diye sordu. Yoksulluğun belini büktüğü ve artık evlatlarına çorbanın yanına kuru ekmeği katık edecek bir şey bulamadığı için alnındaki kırışıkların yanaklarına sancılı izler bıraktığı Hore’nin yorgun gözlerinden boncuk boncuk gözyaşları süzülürken, evladına özür diler gibi baktı. Sonra gücünü toparlayıp:
-Korkma oğul, rahmetli babana sözüm var. Hepinizi okutacağım. Elbette okula gideceksin. Dedi evladını içine düştüğü korku anaforundan kurtarmak isteyen bir aslan gibi.
-E ama iş diyorsun anne. Nasıl olacak ki?
-Sabahları burma tatlı satacak, akşam üzeri çarşıda ayakkabı boyacılığı yapacaksın. Böylece okulundan olmazsın. Biliyorum yorulacaksın ama başka da çaremiz yok be oğlum. Sana söz veriyorum gelecek yıl pamuktan kazandığımızla ilkin yeni bir önlük ve ayakkabı alacağım oğluma.
Tarih başa sarmış, 2021 yılının sonbahar akşamına 39 yıl öncesinden bir anne oğul çaresizliği çıkagelmişti Bahçelievler mahallesinin bu sade ofisine.
O şimdi 8 yaşında anasının kuzusu, sabahları yağmurda, çamurda tatlı satarken, akşamüzeri çarşıda ayakkabı boyarken elleri, ayakları, yüreği üşüyen ve 39 yıldır üşüye üşüye içinde büyümeyen çocuktu yine...
Onu 39 yıl öncesinden koparıp kendine getiren yanlış basılan kapı zili oldu. Duvarda asılı duran annesinin fotoğrafını eline aldı, yüzünü öptü, kolonyalı mendil ile sildi ve yeniden yerine astı. Mutfağa gidip çayı demledi, yeniden balkona dönüp kalemi aldı eline...
Ağaran saçının her bir telinde asılı duran yoksul, ırgat, ayakkabı boyacısı, sokak işçisi çocukların umutlarını yazacak ve umuda bir mektup daha gönderecekti.
Yer sofrasında iki kuru zeytin, az biraz peynirden gayri hiçbir şey koyamayan emekçi annelerin gözyaşlarının ıslattığı derin hüzünleri kaleme alıp zarfı olmayan bir mektuba dökecekti.
Akşamları evine dönerken ekmek alamayan, aylardır, yıllardır işsiz olduğu için evlatlarının, eşinin yüzlerine bakamayan yoksul babaların yüreklerine çöreklenen çaresizliği kaleme aldığı mektubu beyaz güvercin misali salacaktı göğe...
KAHROLASI IRGATLIK!
Görünmez zarflara gönderici adını not düşmeden birini Şanlıurfa Valisi Abdullah Erin’e, birini AB Uyum Komisyonu Başkanı, Ak Parti MKYK Üyesi Şanlıurfa Milletvekili M. Kasım Gülpınar’a, birini de Ak Parti İstanbul Milletvekili MKYK Üyesi Metin Külünk’e diye alıcı notlarını iliştirdi...
Yazacak çok şey vardı ve belli ki bu gece sabaha gebeydi...
Mevsimlik işçiler geldi aklına. Kahrolası ırgatlık. Her yıl üç kuruşluk yevmiyeler karşılığında Ege’ye, Karadeniz’e, İç Anadolu, Marmara’ya göç eden. Buralarda orta çağdan kalma baraka veya çadırlarda, suyun akmadığı kirli kanallar kenarında, karanlıkta aylarca kalıp Hiçbir sosyal güvenceleri olmadan, kızgın güneş altında çalışan. Giderken veya dönerken yaşanan trafik kazalarında, gittikleri yerlerde karşılaştıkları saldırılarda yaşamlarını kaybeden, çocukları bu yüzden okula geç başlayan mevsimlik işçilerin dramları çok ağırdı. Bu ağırlığı çocukluğunda iliklerine kadar hissetmiş, yaşamıştı, biliyordu. O an ilk mektubu Şanlıurfa Valisi Erin’e yazması gerektiğini düşündü.
Sn. Valim;
Ben deniz Ekrem Arpak. Namı değer Deli Çoban veya bazı dostlarının, okurlarının Kejanov diye bildiği kendi halinde adamın birisi yani. Muhtemelen makalelerime dökülen geçmişin acı tecrübeleri, kaybettiğim çocukluğumun çığlıkları, benden alınan gençliğimin bir yerlerde haykırışları, aradan geçen onlarca yıla rağmen üzerime sinen kokusu gitmeyen derin yoksulluğun verdiği duygular nedeniyle siz sayın valim de benim için ‘’deli dolu, herkese saldıran, uzak durulması gereken’’ gibi biraz fazla asi buluyorsunuz beni.
Muhtemelen memleketimin gerçeklerini duymak istemeyen çünkü o gerçekleri bu şehrin fakir fukaralarının üzerlerine kader gibi döken birileri defalarca beni size şikâyet etmiş ve uzak durulması gereken damgasını makamınızdaki odanıza bırakıvermiştir.
Muhtemelen tekerlerine çomak soktuklarım o çomak yüzünden arabalarının gizli bagajlarında taşıdıkları yolsuzluk, sigara kaçakçılığı, tefecilik, nepotizm, torpil, ihale vurgunu kutularında saklı olan fakir fukaranın alın terlerinin ortaya saçılmasından mutsuz ve bu mutsuzluklarını Ekrem Arpak’ı karalamayarak gizleme operasyonları sizin makama da servis edilmiştir...
Edilmiştir...
Biliyorum...
Hissettirdiniz...
Sorun değil sayın valim zira memleketin gerçek sorunları bana yaşatılan sorunlardan çok daha vahim boyutlarda artık.
Sayın Valim;
Benim memleketimin insanları yukarıda saydığım ağır şartlarda ırgat ırgat gurbet ellerde ekmek parası için bel bükerken ne oldu şu büyük TMO Operasyonunun sonucu?
Sn. Valim;
Yoksa benim fakirim en ufak bir suçta en ağır cezalara çarptırılırken TMO Skandalında 150 milyon vurgun yaptıkları iddia edilen şahıslar yine bedel ödemeden ellerini kollarını sallayarak mı çıktılar?
Sayın Valim;
Ne oldu geçen yıl Ceylanpınar’da silah ve sigara kaçakçılığı operasyonunda yakalandıkları söylenen milletvekili, belediye başkanı yeğenlerine?
Benim mevsimlik işçilerim derin yoksulluklarda adeta hayatı kaçak yaşarken hukuksuz şekilde kaçakçılıktan para kazanan bu zatı muhteremler ceza almayacaklar mı?
Sayın Valim;
Bu şehirde altı, yedi ay öncesine kadar her yazdıkları, twitleri ile şehri geren, birilerinin namusuna, şerefine dil uzatan, kamuoyunda kin ve nefret dili ile kaosa sürükleyen ‘’Tükenmez Kalem, Barbaros ve bilmem ne zıkkımın kuşu fake sayfalarının gerçek kullanıcılarını bulup yargıya teslim etmek bu kadar mı zor?’’
Sayın Valim;
Eyyüp Nebide’ki TOKİ Evleri hakkında neden soruşturma açılmadı?
Sayın Valim;
TİGEM’in bin yıllardır göçer hayatı ile yaşamlarını idame eden 1.500 aileye yaptığı zulüm değil de nedir?
Sn. Valim;
Bir önceki OSB Müdürü Yunus Emre Aksu’nun istifasına sebep olduğu iddia edilen ve bu şehre yatırım gelmesini engelleyen sözde belediye başkan kardeşi hakkında nasıl bir yaptırım uygulandı?
Sayın Valim;
Kan davalarında oluk oluk kardeş kanı dökülmesine sebep olan mera alanlarının hoyratça kullanılması ve paylaşılamaması sorununu bitirmek çok mu zor? Bu tapu neden bir türlü tapulaştırılamıyor Sayın Valim?
Sözün özü Sn. Valim; görüyorsunuz ya şahsıma dair size gelen tüm şikayetlerde haklılar üzgünüm. Zira benim mevsimlik işçilerim ölürken ekmek uğruna gurbet ellerde, ben fakirimin, yetimimin, yoksulumun, garibanımın ekmeklerini çalanlarla mücadele etmeye devam ediyorum...
Haklılar yani...
Çokça asi, az biraz serseri, patavatsız adamın birisi olup çıkıyorum ekmeğimi çalanları gördükçe, duydukça... Varsın değerli şahsınız beni böyle bilsin sorun değil. Sorun şu ki; biz Abdullah Erin’i vicdanı ile sevdik, değer verdik. O halde yukarıda yazdıklarımı yazmaya ve sizden bunlarla mücadele etmeye devam edeceğim.
Ben yazdıkça yargıya baskı yaparak ofisime, evime, hatta taziyeme vatan haini gibi baskın yaptırmaya devam edeceklerini bildiğim için, polis memuru arkadaşlar yorulmasınlar diye adresimi bırakıyorum Valim.
ARPAK MEDYA HABERLER
Bahçelievler Kız Meslek Lisesi Arkası. Yedi İklim VİP Okulları üst katı, Menderes Apt. Kat 2 no: 3. Hatta Sayın Valim, baskın için yorulmasınlar. Alo desinler kendim gelirim. Ha ille de kamuoyu önünde rencide etmek, gövde gösterisi yapmaksa mesele, bundan sadece gurur duyarım.
Emin olun Sayın Valim; ben de bağlamamı çalmak, türkü söylemek, roman yazmak, şehrimi tanıtacak belgeseller çekmeyi çok isterdim lakin şehrin içinde bulunduğu bu bataklıkta bunları ancak lağım faresi diye nitelendirdiğim, kalemleri ruhları gibi satılık; tanıtım adı altında milyonlarca lira peşkeş çekilen sözde gazetecilere verirler.
Neylersiniz Valim; serde düz boğaz olup acının, yoksulluğun bağdaş kurduğu şehirde halay türküleri çığırmak yerine ağıt yakmak var. Varsın siz Sayın Valimiz de bizi sorunlu sanatçı bilsin, gurur duyarız.
KÜLÜNK RÜZGâRI!
Akşamın karanlığı yerini gecenin zeytin karası saatlerine bırakmış, serin bir sonbahar dökülüyordu balkona. Yüzünü soğuk dokunuşları ile yalayıp geçen bir esinti ile irkildi fakat bu doğanın sokaklara salıverdiği rüzgâr değildi. Sadece 3 günde şehirde başka bir rüzgâr estiren Metin Külünk rüzgarıydı onu kendine getiren.
Üşüyen yüzüne garip bir umut gülüşü dadanırken ikini mektubunu karalamaya koyuldu zaman kaybetmeden. Zira Külünk’e yazacak çoook şey vardı.
Şehir ve coğrafyada tarım & hayvancılığı bitirme noktasına getiren DEDAŞ zulmünden mi başlamalı yoksa intiharlara sebep olan tefecilikten mi? Diye düşündü. Ardı ardına patlayan fakat kimsenin bedel, hesap ödemediği ihale yolsuzluklarından mı başlamalı yoksa makam için birbirlerinin özel hayatlarına dahi saldırmaktan kaçınmayan Ak Parti içindeki AKP’lilerden mi?
Şanlıurfa Halkının Cumhurbaşkanına olan sevgi ve inancını, Ak Partinin gücünü arkalarına alıp makamlarını kendilerine ve evlatlarına, yakınlarına rant kapısı haline getirenlerden mi başlamalı yoksa bu şehrin bürokrasisini vizyon, liyakat yoksunu yakınlarını atayarak bitirenlerden mi başlamalı yoksa şehrin sorunlarını anlatmak, çözüm aramak yerine Ak Parti Genel Merkezine birbirlerini şikâyet etme sortileri düzenleyenlerden mi?
Velhasıl Metin Külünk’e anlatılacak sorunlar listesi hayli uzun, dertler hanesinde fakir fukaranın ahları hayli ağırdı.
Sayın Külünk;
Aslına bakarsanız tıpkı sizin gibi ben de 30 yıldır İstanbul’da ikamet etmekteyim. Yok yok Sayın Vekilim; öyle Yeşilçam Filmlerinde sesi güzel olduğu için veya İstanbul’un taşı toprağı altındır hikayesine kandığım için değil, kendi şehrimde doğru dürüst eğitim almak, iş bulmak umudum olmadığı için...
İstanbul size ne kazandırdı bilmem ama 47 yıllık ömrümden gençliğimi çalarken, anne, abla, ağabey, arkadaş, kardeş hasreti ile geçen 30 yılda belimi büken bu şehir aynı zamanda sayısız umutlarımı da çaldı. İşte bu yüzden yani şehrimin esmer alınlı yoksul çocukları dünyanın en zengin toprakları üzerinden o insanı yutan İstanbul’a göç etmesin, kendi şehrinde üretsin, nefes alsın ve sevdiklerinden ayrı kalmasın deyi veriyorum mücadelemi. Lakin 30 yılda değişen şey bile yok vekilim!
Neden mi; çok basit elbette.
Bilirim ki Sayın Cumhurbaşkanımızın Şanlıurfa’ya olan sevgisi ve ilgisi nedeniyle Ak Parti iktidarı döneminde şehrime yapıla yatırımlar Cumhuriyet tarihimizde yapılanlardan çok daha fazladır. Yatırım derken sayın Külünk, maddi rakamlardan bahsediyorum. Şehre hizmet olarak gelmeyen ve daha Ankara’dan yola çıkarken buhar olup birilerinin ceplerine düşen yatırımlardan...
Malumuz Sayın Külünk; Şanlıurfa’nın mavi gözlü denizi olmadı hiç... 15-20 yıl öncesinde yaşadığımız umut, yaşama sevinci, huzur, bereket denizini de sırtını Ak Parti ve Cumhurbaşkanımıza dayayıp bütün mavilikleri kendi bahçelerinde özel havuza çevirenler yüzünden kaybettik.
Mesela dört kez temeli atma töreni düzenlenip, Cumhurbaşkanımıza açılış müjdesi verildiği halde koyunların corona ile mücadelede aşı olup otlandıkları arazi olmaktan öteye gidemeyen şehir hastanemiz var bizim...
Mesela sizin gibi özeleştiriyi siyasetin sarsılmaz parçası olarak görmedikleri için sizin açıklamalarınıza karşı kendilerine yakın olanları sizin üzerlerinize salarak kabahatlerini örteceklerini sanan Ak Partililer var. Onlar ki halka inmeyi bilmezler. Onlar ki çiftçilerimiz kapılarına geldiklerinde şehrin valisine kaçarlar. Onlar ki makam ve güçlerini yargıya baskı yaparak kendilerini eleştirenleri ezmenin ustasıdırlar.
Bizim şehirde doktor, hemşire, sağlık personeli, öğretmen, okul, hastane, yol sorunu hiç bitmez Sayın Külünk. Sayın Cumhurbaşkanı ve Ak Parti iktidarı devletin tüm bütçesini Şanlıurfa’ya akıtsa yine bitmez. Çünkü bizim şehirde ihalelerin çoğu corona virüs pandemisi kurallarına uygun olarak paket servis halinde verilir.
Burada herkes başkandır Sayın Külünk!
Hatta başkanların evlatları, kardeşleri başkandan daha başkandır...
Tüm bunları neden mi yazıyorum size Sayın Külünk?
Ricamdır...
Memleketime son gelişinizdeki eylem, söylem ve duruşunuz alışık olduğumuz bir hal değil. Eğer bir parmak bal deyi çaldıysanız ağzımıza söyleyin lütfen yok eğer gördükleriniz, duyduklarınız sizin de vicdanınızı yaraladıysa; lütfen, ricamdır temizleyin artık bu parazitleri zira yoksulluktan, haksızlıktan, ihale vurgunlarından, nepotizmden, torpilden bağırsaklarımız kurudu bizim...
Sayın Külünk; son yerel seçimde AB Uyum Komisyon Başkanı Sayın M. Kasım Gülpınar’ın olağanüstü çalışması, varlığı ile Ak Partiye kazandırılan Ceylanpınar bugün seçim olsa kaybedilmiştir ve bunun yegâne sebebi aday dayatmasıdır.
Viranşehir’de Ak Partiye büyük eleştiriler var ise ve Ceylanpınar gibi kaybedilme noktasını aştıysa; bu da Viranşehir’i kendi yakınlarının ilçesi haline getiren vekilinin eserdir.
Hikâye uzun Sayın Külünk ama her hikâye ille de kötü sonlanmak zorunda değil. Mutlu bir son için iki umudumuz var bizim.
1- Geçmişi tertemiz, yukarıda saydığım tek bir olumsuzluğun içinde adı geçmemiş; coğrafyamızın son aristokratlarından, asilzade ve vicdanı, bilgeliği, bilgi birikimi ile bölgede büyük karşılığı olan AB Uyum Komisyonu Başkanı Sayın M. Kasım Gülpınar’ın tüm varlığı ile şehrin ağabeyliğine soyunması...
2- Değerli şahsınızın Şanlıurfa2da gözlemlediği tüm sorunları ve sorunlara sebep olanları Sayın Cumhurbaşkanımıza ileterek bu şehrin derhal yüzünü aydınlık günlere vermesi için emek vermesi.
VUR ŞU MASAYA ARTIK!
Pirinç taşlı olur bilirsiniz... Hele de ağırlığı arttırarak hak etmediği kazanç elde eden esnafın pirincinde kocaman taşlar olur. Eğer o pirinçleri ayıklamazsanız dişleri kırar veya böbreğe yerleşir ki vay aman vay...
AB Uyum Komisyonu Başkanı M. Kasım Gülpınar’ın ‘Aramızda yanlış yapanlar var olacaktır ama bunlar temizlenecek. Allah güç kuvvet verdiği müddetçe ben o insanların temizlenmesi için elimden gelen gayreti, sizlerle beraber yanlış yapana bu partide yer onun önünü kesmeye, gayret edeceğiz. Kimse kusura bakmasın. Bu kolay bir emanet değil. Öyle birilerinin şahsi menfaatlerine kurban edilecek dava değil’’ Sözleri geldi aklına. Sahtekâr satıcıların sofralara koyduğu pirincin taşlarından kırıla kırıla ameliyatla komple değişen dişleri sızladı. Canı yandı birden ama M. Kasım Gülpınar kullanmıştı bu cümleleri. Şimdi taşı ayıklanmış pirinç pilavının yanına yayık ayranı koyup yıllar sonra doyma vaktiydi berekete, umuda, kardeşliğe, vefaya, hakka, hukuka, adalete, huzura...
Gülpınar dedi mi yapardı. Yaptı mı bu şehir ayağa kalkardı.
O yüzden alıcı kısmına M. Kasım Gülpınar notunu düştüğü mektubu uzun tutmadı.
Sn. Vekilim;
Allah için ayıkla artık şu taşları zira yıllardır bu taşlar yüzünden dişlerimiz kırıldı, kalbimiz kırıldı, umutlarımız, yaşama sevincimiz, adalete olan inancımız, vefamız, hoşgörümüz, komşuluğumuz, kardeşliğimiz, dostluğumuz, komşuluğumuz, ticari ve siyasi ahlakımız kırıldı.
Vur artık elini masaya vekilim.
Merhum Kıvırcık Ali’nin türküsünde budu götüren şerefsizleri izlerken ekmek bulamadığı için aç kalan şerefliler sayende kuru soğanı, taşı ayıklanmış pirinç pilavını, yayık ayranını koyup sofraya şöyle bir doysun artık.
Deli Çobandan insanı insan olduğu için sevmeyi, hakkı, hukuku bile herkese
Hürmetle efendim.
FACEBOOK YORUMLAR