SOĞAN CÜCÜĞÜ MUSTAFA! (1)
Derme çatma, suyu, elektriği, lavabosu olmayan konteynırın bir köşesine serili yer yatağında uzanmış; iki saati aşkındır firari uykusunun insafa gelip geri dönmesini bekliyordu Mustafa.
Gün boyu soğan toplamaktan tutulan beli, sızlayan ayak bilekleriydi uykusunun firarına sebep ve tabii ki nasıl ödeyeceğini bilmediği borçları ama en çokta az ilerisinde kıvrılıp uyuyan kızı Zeynep'e karşı beslediği; babalığını yaralayan derin mahcubiyet...
Zeynep, ağır bir yoksulluğun karanlık gölgesinde bin bir sıkıntıyla sürdürdüğü evliliğinin ilk meyvesi, göz bebeğiydi. Yetersiz tedavi yüzünden 5 yıl çekilen ağrılardan, iniltileri yürek burkan sancılardan sonra vefat eden sevgili eşinden emanet kalan 4 evladının en büyüğü.
Annesinin ölümünden sonra doktor olmaya yemin eden Zeynep, bu uğurda çok çalışmış ve nihayetinde bu yıl Tıp Fakültesi'ni kazanmıştı kazanmasına da onca borç harç içinde nasıl bitirecekti eğitimini?
Soğan kokulu tarlalar o gece bir başka karanlığa gömülmüş, ay dede ve kırmızı, beyaz, sarı, yeşil, mavi milyonlarca yıldız derin bir hüzünle Mustafa'nın kanayan babalığını izler gibi parıldıyorlardı.
Mustafa baktı uykusunun geri dönmeye niyeti yok, kalın bir cigara yakıp nefes almak için dışarı çıktı. Kurbağaların vrakladığı, ateş böceklerinin hüzünlü bir türkü eşliğinde yanar gibi delice savruldukları su kanalının kenarında koca bir taşın üzerine oturdu. Tütün kokusu ile soğan kokusunun işlediği nasırlı elleri ile kaçak bir sigara sardı.
Sevgili eşinin yüzü düştü sanki karanlıkta usul usul akan suya. Hüzünle baktı eşine. Özür diler gibi kederle buruştu yüzü. Alnındaki kırışıkların arasına hasret serpildi o an.
-Sensizlik zor Zehra... Dedi fısıldar gibi karanlığa. Sensizlik zor ama daha zoru ne biliyor musun? Baba olamıyorum çocuklarıma Zehra. Şu kahpe yoksulluk, işsizlik yüzünden nasıl ki sana gün yüzü gösteremediysem, emanetlerin de yarım yamalak bir hayata mahkumlar benim yüzümden. Özür dilesem ne fayda Zehra? Duymayacaksın ve çektiğin acıların telafisi değil. Kahrımdan geberiyor, bir an önce yanına gelmek istiyorum ama çocuklarım ne olacak?
Bir saati aşkın oturduğu yerde kaç sigara içti, kaç kez hıçkırıklara büründü. Mevsimlik işçiydi Mustafa. Birkaç gün sonra memlekete döneceklerdi ama kazandıkları para ne biriken kira ve bakkal borçlarına ne de Zeynep'in eğitim giderlerine yetmeyecekti. Daha da oturacaktı ama konteynırın içinden
-Baba neredesin? Sesiyle ayağa kalktı. Tam sesin geldiği yöne adım atacaktı ki ayağı kaydı Mustafa'nın. Dengesi bozuldu ve kanala düştü. Düşerken başını kanalın betondan örülü kenarına çarpmıştı. Kımıldayamadı bile. Yorgun bedeni öylece hareketsizce sürüklendi suda.
Diğer işçiler 1 saat sonra ileride buldular cansız bedenini. Mevsimlik işçi gerçeği bir can daha almıştı işte. Yoksulluk annelerinden sonra babalarını da almıştı Zeynep ve üç kardeşinden.
Mustafa, tıpkı önceki yıllarda olduğu gibi; hiçbir sosyal güvenceleri, insani yaşam koşulları ve emeklerinin karşılığını alamadıkları, alamayacaklarını bile bile gurbet ele göçerken kah trafik kah iş kazalarında ölen ne ilk yoksuldu ne son olacaktı. Hatta zaman zaman ırkçı saldırılara uğrayanlara dair küçük, önemsiz haberler çıkmaya devam edecekti gazetelerde. Dedeleri Çanakale'de, İzmir'de, Maraş'ta ve ülkenin dört bir yanında şehit olmuş Mustafalar, üç kuruş yevmiye için gittikleri bölgelerde terörist muamelesi görmeye, aşağılanmaya devam edecekti.
Bu ülkenin tarım ve hayvancılığının, inşaatlarının, beden işçiliğine dayalı hamallığını yapan Mustafalar "ülkemizin ekmeğini yiyen hainler" Damgası ile dışlanmaya da devam edeceklerdi. Kimin umurundaydı mevsimlik işçiler?
Tam bu sırada yeni Maliye Bakanı Şimşek eski bakan Nebati'den bakanlığı devralıyor ve şu açıklamayı yapıyordu
-Rasyonel zemine inmekten başka çaremiz yok!
Kibar adamdı Şimşek... Doğu insanının nezaketinin tüm inceliği ile konuşuyordu. "Hemşerim; ekonominin içine etmişsin, soğan cücüğü, köyün eti derken verdiğin kararlarla anasını ağlatmışsın bakanlığın..." Diyemiyordu tabii... Hoş, yanındaki Nebati de o coğrafyanın çocuğuydu ama o nezaketten nasiplenmemişti.
Kendisi yüzünden bekleyen yolcuları azarlayan, soğan cücüğü, köyün eti ve kimselerin anlamadığı sözlerle adeta bizimle alay eden Nebati ne anlardı Mustafalardan, Zeyneplerden, mevsimlik işçi dramından?
Salt kendini eleştirdi diye makamı ve gücü üzerinden gazetecinin ekmeğine el uzatan Nebati ne anlardı ekmek kavgasında kendisinin diz çöktürdürdüğü ekonomi yüzünden yaşanan acılardan?
Gerçi, her şeyi Nebati'ye yüklemek gerçeklerden kaçma korkaklığından başka bir şey değildi çünkü dünya ve sevgili ülkem son on, on beş yılda Nebati'den çok daha büyük felaketleri art arda yaşamış ve artık kanıksamıştı.
Tarihin en büyük acımasızlığına imza atan Almanların Hitler'i Yahudileri diri diri fırınlara attırmış, zehirlemiş ve denir ki derilerilerinden süzülen yağdan sabun yapmış bir caniydi. Hitler sonrasında Hizbullah ve onun kadar vahşi terör örgütü DEAŞ vahşetine tanıklık ettik.
Allah-u Ekber diyerek masum insanların boğazlarını kör bıçaklarla kesen, oluk oluk kan akıtan DEAŞ, yanı başımızda binlerce insan katletti. Ezberimizde Hizbullah'ın domuzbağından başlayan ve faili meçhule bırakılan benzer vahşi cinayetler vardı. Belki bu yüzden kahvaltı yapar gibi sıradanlaştı vahşet...
Bugün 84 milyonun Gazi Meclisi'nde Hizbullah'a terör örgütü diyemeyenler oturuyorlar. Bunun yanında Mustafa'nın ve mevsimlik işçilerinin dramlarının ne önemi olabilir ki?
Tüm dünyada milyonlarca can alan Corona virüs pandemisi de aklımızı başımıza getirmedi. Neydi o virüs, yediğimiz aşı neyi içeriyordu bilmedik, merak etmedik, sorgulamadık bile...
Sonra tarihin en büyük deprem felaketi ile sallandık. Resmi rakamlara göre 50 bin bana göre yüz binlerce canımızı kefensiz gömdük toprağa. Evet, evleri başlarına yıkılan, sevdiklerini kaybedenlerin kefen feryatları arasında Diyanet İşleri Başkanının milyonluk lüks aracına binmesini de, Bodrum'da inşa edildiği iddia edilen Külliyesi'ni de sorgulayamadık.
Doğrunun kabahat, gerçeğin suç görüldüğü bir düzene alıştık.
Müslümanız Elhamdülillah dedik de dinimizin yasakladığı tüm günahları ya izledik ya işledik.
Yolsuzluklar, nepotizm, ihale vurgunları yapanlar bize din, ahlak satarken sadece izledik. Kıçına parmak atan sapkın bazı siyasileri eleştirmeye kalkmanın bedelini mahkeme sıralarında ödedik veya hukuksuzca elimizden alınan ekmeğimiz ile.
Asgari ücret 8.500 iken üç kişilik bir ailenin açlık sınırı 19.750 olduğunda bile umurumuzda olmadı gelecek.
Kadın cinayetlerine, çocuk tecavüzlerine, hırsızlığa, sapkın ilişkilere, tefeciliğe, torpile, haksızlığa, hukuksuzluğa sesini çıkarmayan değerli müminlerin dertleri başkaydı...
Sakalsız erkek, gülen kadın, çay şehvet uyandırıyordu adaletsizliğin vicdanlarında zerre insanlığı kımıldatmadığı zamanda.
Benim ülkemde çocuk tecavüzlerine dahi tek kelime edemeyen kadın yazar çıkmış, dondurma yiyenleri ahirette Allah'a şikayet edeceğini söylüyor.
Tablo karanlık vesselam ama ben birileri gibi yapmayacağım. Nureddin Nebati gibilerin vekil, bakan olduğu bu ülkede gözlerimi gerçeğe kapatıp İslamiyet elden gidiyor yaygarası yapanların İslamiyet'e daha fazla zarar vermelerine sessiz kalmayacağım.
Kıçına parmak atanların siyasi parti il başkanı olduğu düzenin soğan cücüğü kadar değeri olmayan mevsimlik işçisi de olmayacağım.
Onun mini eteği, bunun dondurması diye diye okuruma dini sömürünü empoze edip ekmeğimizi çalanları alkışlamayacağım.
Devam edecek...